2 Kasım 2013

En Gerideki Adam



O sabah acelem yoktu. Tramvaydan indim, yavaş adımlarla etrafı izleyerek yürümeye başladım.  Bu sayede gözümün önünde yürüyen ve benimle birlikte tramvaydan inen üç kişi takıldı. En öndeki sanki biri arkasından biri kovalıyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyordu. Arkasında gideni bir hayli geride bırakmıştı.

Kendi kendime: “Bu adam hayatta mutlaka başarılı olur.” diye düşündüm.

Onun arkasında giden, sakin adımlarla ilerliyordu. “Belki bu adamda hayatta bir şeyleri başarabilir.” diye mırıldandım.

En arkadan giden ise sanki nereye gideceğini bilmiyormuş gibi sallana sallana ve etrafı seyrederek yürüyordu. Onun içinse: “İşte” dedim, “Hayatta hiçbir işe yaramayacak serseri!”

Derken aklıma bir şey geldi. Ben bu adamların her üçünün de gerisindeydim. Evet, başkalarının haliyle uğraşan kendi halini göremez. Başkalarının kusurunu araştırmak, insanın kendi kusurlarını görmekten alıkoyan çok çirkin bir hastalıktır.


1 Kasım 2013

Cennetin Yolu



Bir gün bir Papaz göreve başlamak için yeni bir kasabaya gitmiş. Vasıtadan inince kilisenin yerini öğrenmek için soracak birinin bakmak için, sağa sola bakarken oyun oynayan çocukları görmüş ve yanlarına giderek;

“Çocuklar kilise nerde?” diye sorar.

Çocuklarda kilisenin yerini güzelce, papazın bulacağı şekilde tarif ettikten sonra, papaz çocuklara;

“Bende size Cennetin yolunu gösteriyim mi?” demiş çocuklara.

Çocuklarda papaza;

“Siz daha kilisenin yolunu bulamıyorsunuz ki cennetin yolunu nereden bileceksiniz”…

31 Ekim 2013

Necip Fazıl Kısakürek


Necip Fazıl'ın çalışma odasına giren
bir yazar odaya göz attıktan sonra:


-Hayrola Üstad,

çalışma odanda hiç kitap yok,
siz hiç kitap okumaz mısınız?
diye soru sorduğunda,

Necip Fazıl şu cevabı verir:




-Sen hiç süt içen inek gördün mü?

30 Ekim 2013

Püf Noktası

İskender Pala’nın İki Dirhem Bir Çekirdek Kitabından kısa bir hikâye:
Vaktiyle testi ve çanak çömlek imal edilen kasabalardan birinde uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
      -         Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.
Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkân açar. Açar açmasına da yeni dükkânın da güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa, bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta:
      -         Sana demedim mi evladım; sen bu işin henüz püf noktasını öğrenemedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.
      Usta bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koyar ve:
      -         Haydi! Geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben sana püf noktasını göstereceğim.

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta, önünde dönen çanağa ara sıra ”püf!” diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur.
Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanmıştır…

29 Ekim 2013

Başaracaksınız



Sakıp Sabancı "Ben, her zaman en iyisini yapmaya çalıştım devamlı olarak başarıyı aradım. Ne yapıyorsanız başarılı olmak için, yaptığınız işte her zaman bir numara olmayı hedefleyin. Ayakkabı en iyi siz boyayın, duvar boyamada bir numara olun. Sekreterlikte muhasebecilikte, yöneticilikte bir numara olmayı hedef alın kabul edilmesi gereken başarıya kademe kademe; adım adım ulaşacağıdır. Başarı basit anlamıyla gol atmaktır "çok iyi oynadı ama gol atamadı gol atacaktı ama ayağı burkuldu... Hakem taraf tutmasa idi gol atacaktı... Rüzgâr ters estiğinden golü kaçırdı...


"Yok, böyle bir şey mademki oyunun kaidesi gol atmak, mademki oyuncu sahaya gol atmak için çıkıyor. Mademki en fazla gol atan kazanıyor, gol atacaksınız! Başaracaksınız!"

28 Ekim 2013

Tarihi Eserin Değeri







Bir Amerikalı, Fransa da çok eski bir şatoyu ziyaret ediyordu. Bir demir kapı önünde hayran hayran duran milyoner seyyah:


"Bu kapıyı mutlaka Amerika'ya götürmeliyim, dedi. Nedir bunun bedeli?"


Bu sonradan görmüşün karşısında öfkelenen Fransız müze memuru şöyle cevap verdi:   "İki bin sene."

27 Ekim 2013

Misafir

Arabam birkaç defa tekledikten sonra durmuş ve beni bilmediğim bu yerlerde yüzüstü bırakmıştı. Aniden yağmaya başlayan kar ön camı tamamen örttüğü için dışarısını ancak yan camlardan görebiliyordum.

İçimden: “Ocak ayında seyahate çıkmak senin neyine gerek?” diyordum. “Havalar kaç gün iyi gitti diye yaz mı geldi zannettin?” Evet, bir hata yaptığımı kabul etmeliydim. Üstelik anayoldaki trafik yoğunluğundan kaçamak için bu bozuk yola girmiş ve sonunda dağ başında kalakalmıştım. Soğuktan ayaklarımın uyuştuğunu hissediyor ve birbirine vuran dişlerimin takırtısını duyuyordum.

Mutlaka bir yerlere sığınmam gerektiğini anlamıştım. Hemen arabadan dışarı çıkarak çevreme göz gezdirdim. Tipi halinde yağan kardan gözlerimi zorla açabilmeme rağmen, ilerideki ağaçların arasında üç-dört evin bulunduğunu fark ediyordum. Rahat bir nefes aldım ve arabayı kitleyerek en yakındakine doğru ilerlemeye başladım. Yavaşça çaldığım kapıyı açan kız çocuğu, yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra: “Baba!” diye bağırdı. Bir amca geldi. Kalınca bir erkek sesi: “Buyurun, diye cevap verdi. Girsin içeri.” Genişçe bir holdü burası. İçeridekiler, sobaya oldukça yakın duran bir yataktaki ihtiyar kadının etrafında toplanmışlardı.

Beklenmeyen bir misafir olduğum için, durumumu açıklamak ihtiyacı duymuştum. Onlara, buralara ilk defa geldiğimi ve arabamın bozulduğunu söyleyecektim.

Selam verdikten sonra: “Uzaklardan geliyorum, dedim. Arabam da...” Sözümü tamamlayamamıştım ki, yataktaki kadın bin bir güçlükle doğrularak; “Sensin, dedi. Sensin değil mi? Biliyordum geleceğini, çok iyi biliyordum.”

Kadının söylediklerinden hiçbir şey anlamamış ve şaşırıp kalmıştım. Başucundaki adamlardan biri yanıma sokularak:

- Seni. Almanya'daki oğluna benzetmiş olmalı, dedi. Orada bir Alman kadınla evlendikten sonra, yıllardır mektup bile yazmadı. Kadıncağız şu son anlarında bile onu sayıklıyor.

Bulunduğum yerden yatağa doğru ilerlerken, ihtiyar kadın:
- Evet, sensin, diye tekrarlıyordu. Nihayet geldin demek.

Yanına giderek elini öptüm. Yemenisinin içindeki nurlu yüzü, perde indiği belli olan gözlerinden akan yaşlara ıslanmış ve pırıl pırıl olmuştu.
Titreyen ellerini yüzümde dolaştırırken:
- Evet, dedim, benim. Geldim tabii.
O küçük evde kaldığım gün boyunca, ona Almanya'daki hayali işlerimden, gelininden ve torunlarından bahsettim. Arada bir dalıp gidiyor ve şuuru yerine gelince, yine konuşmamı istiyordu. İhtiyar kadını üçüncü günün sabahında vefat etti. Onu biraz ilerideki köyün kabristanına defnettik.

Mezarlıktan ayrılırken, bin kilometre ötelerden bu dağ başına sevk ediliş sebebimi artık bilebiliyordum.

Cüneyt Suavi, Hayatın İçinden