14 Eylül 2013

Hiç


Devrin valisi emrindeki yöneticiler ile atinin üstünde şatafat içinde girer şehre...

Yol kenarlarında insanlar, valiyi iki büklüm, el pençe divan selamlarlar...

Bütün bu şatafatlı itaat gösterileri arasında valinin gözleri, bir sokağın kösesinde yere çökmüş olan ve etrafındaki hiçbir şey ile ilgilenmeyen bir adama takılır...

Vali, perişan kılıklı, saçı sakalına karışmış bu adamın olduğu yere atını sürer.

Atının üstünden inmeden, vakur ve sert bir ses tonu ile bağırır adama, - "Behey adam, herkes benim şehre gelişimi el pençe karşılarken sen kimsin ki yerinden bile kıpırdamıyorsun?"

Perişan kılıklı adam istifini hiç bozmadan, sakallarının ve uzun saçlarının arasından belli belirsiz gözüken gözlerini valiye çevirerek:

- "Ben hiçim" der...

Vali daha da hiddetlenir,

- "Ne demek hiç, senin bir adin, sanın unvanın yok mu bre adam" der...

- "Senin var mı? " der bu kez adam...

Vali iyice şaşırır ama cevaplar, "Gafil adam, nasıl tanımazsın, ben valiyim" der.

Adam ayni ses tonu ile sorar yine...

- "Peki, daha sonra ne olacaksın?"

- "Sadrazam olacağım." der vali...

- "Peki, daha sonra?"

- "Padişah olacağım..."

- "Peki ya daha sonra?"


Kısa bir an duraksar vali ve

- "Hiç" der...

13 Eylül 2013

Hesap


Hayatını ve hayatın içerisinde istifade edilen lütufların hesabını vermek hafife alınacak şey değildir.

Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar.

Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal, "Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş. Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş.

Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.


- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
- “Aman” demiş hamal; “İstemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?”

12 Eylül 2013

Ağanın Yeri

Fotoğraf Gregory Colbert
Arkadaşlarımın birkaçı yanıma gelerek: “Fakir öğrenciler için yurt binası yapıyoruz yardım toplayalım” dedi.
Tekliflerini kabul ettim ve ertesi gün, zenginliğinden dolayı "Ağa" lakabıyla tanınan bir iş adamını aradım.
Para istediğimi anlayınca:
-Gerekeni yaparız dedi. Gel de görüşelim.
Büyük bir hevesle bürosuna gittim ve sekreterinden izin alıp odasına girdim. Bina hakkında verdiğim bilgileri dinledikten sonra, cebinden bir on bin liralık çıkarıp:
-Buyur dedi. Bizimde katkımız olsun.
Şaşırmıştım. Ama yine de işi pişkinliğe verip:
-Sondaki sıfırlar biraz az olmadı mı? Dedim. Hiç olmazsa on milyon vereceğinizi tahmin etmiştim.
Pek aldırmamış görünerek:
-Şimdilik bu kadar yetsin, dedi. Toplu konut sitesi için yer almam gerektiğinden fazla açılamıyorum.
“Ne kadar lazım?” Diye sordum.
“İki yüz dönüm kadar” dedi. Bu işi becerir ve planladığım arsaları kapatırsam, vakfınıza on milyon bağışlarım. Eğer binaya ismimi verirseniz bu miktarı daha da artırabildim.
Teklifini ister istemez kabul ettikten sonra el sıkışıp ayrıldık ve kısa bir süre sonrada inşaata başladık. Bu arada para sıkıntısı çektiğimizden ağayı bol bol hatırlıyor ve aldığı yerlerin kaç dönüme ulaştığını takip ediyorduk.
Altı ay kadar sonra yardımcısına telefon ettiğimizde:
-Ağanın yeri, çoğu göl kenarında olmak üzere yüz yirmi dönüme ulaştı, dedi. Şimdi sıra yolun bitişiğindeki ormanlık bölgeye geldi.
İnşaatın kabasını tamamladığımızda, adamı tekrar aradık.
-Ağanın yeri göl kenarında ve çam ağaçları arasında olmak üzere yüz elli dönüme çıktı, dedi. Birkaç ay sonra iş tamamlanır.
On milyona kavuşmak ümidiyle adama bir daha telefon ettiğimizde:
-Ağanın yeri bir servi ağacı altında olmak üzere 2 metreye indi dedi. Geçen hafta öldü, duymadınız mı?

11 Eylül 2013

Son Yaprak


Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı.
Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.
Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürre hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...
Geriye doğru sayıyordu; "On iki" dedi, biraz sonra da "on bir"; arkasından "on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına "sekiz" ve "yedi". Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi. "Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu, topu beş tane kaldı şimdi." "Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu." Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum... Ondan sonra ben de gideceğim." diyerek cevap verdi.
Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi.
Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu. "Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır, ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı. Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi.
Genç kız, yattığı yerden uzun, uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.
Ertesi gün Doktor: "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar.

O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmış.

10 Eylül 2013

Kuş Yuvası

Fotoğraf Jiri Slama - 2011

Bir Alman zooluğu, nelerden oluştuğunu anlamak için bir serçe yuvasını dağıtmış. Yapı malzemelerini inceleyince şu sonuca ulaştı.

Yuvanın yapısında 630 uzun at kılı, 1715 daha kısa kıl, 195 kök parçacığı, bir tül parçası, 3 gonca yaprağı, çeşitli büyüklüklerde 20 başka yaprak, 45 iplik ve 35 gr koyunyünü vardı.


Bütün bu malzemeler, hem sağlam hem de yumuşak olan küçücük bir kuş yuvasında bir araya gelmişti.

9 Eylül 2013

Ben Onun Kim Olduğunu Biliyorum



Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış.

Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.

Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yapmışlar, ama biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış, acelesi olduğunu ve röntgen çektirmek için beklemek istemediğini söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuş. Adamcağız da “Karım huzur evinde kalıyor her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum” demiş.

Hemşire “Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz herhalde” demiş. Adam üzgün bir ifade ile “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası ve benim kim olduğumu bilmiyor” demiş.

Hemşireler hayretle “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz” demişler.


Adam “Ama ben onun kim olduğunu biliyorum ve onu hiç bir zaman bekletmedim” demiş.

8 Eylül 2013

İnsandaki Çamuru Değil, İçindeki Cevheri Gör


İnsan çoğu kez değerlendirmelerinde dikkatli olamıyor. Hatta yanlış değerlendirmelere girebiliyor. Mesela bir topluluğun günahlar içinde yüzmesi onlara karşı kötü niyet beslemeyi ve beddua etmeyi gerektirmez. Mümin hoşlanmadığı bir manzarayla karşılaştığı zaman onu hayır yolunda değerlendirmelidir.

Büyük gönül adamı Kerhli Maruf; bir gün talebeleriyle Dicle kenarında oturmuş sohbet ediyordu… Uzaktan bir kayığın gelmekte olduğu görüldü. Kadınlı erkekli bir grup içmekte, saz çalmakta ve şarkı söylemekteydiler. Bu manzara karşısında bir talebe, Maruf’tan rica etti:
-“Bunlar için beddua buyurun, bir daha böyle kötü harekette bulunmasınlar”.

Şeyh ellerini huşu ile kaldırdı:
-“Ya Rabbi! Sen bu kullarını dünyada sevindirdiğin gibi ahirette sevindir.” Talebeler şaşkın bir şekilde birbirlerine bakarken birisi cesaret ederek sordu:” Efendimiz, ettiğiniz beddua değil, en güzel dua. Nasıl oluyor bu?”

Maruf-i Kerh şu cevabı verdi: “Eğer Hak, bunları affedip cennetine alırsa, size ne ziyan gelir.”


Evet, bu dengeyi koruyabilmek için, bir köpek leşinin yanından ashabıyla geçerken Hz. Peygamber gibi “Ne güzel dişleri var!” diyebilmeli insan.