Ülkenin batısındaki
küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı.
Bu mahallede, üç
katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları
bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.
Günlerden bir gün
kız arkadaşlardan biri zatürre hastalığına yakalandı. Genç kız günden güne
eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı
bakıyor ve sayıyordu...
Geriye doğru
sayıyordu; "On iki" dedi, biraz sonra da "on bir"; arkasından
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına
"sekiz" ve "yedi". Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak
ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre
ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı
yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına
"Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı"
dedi. "Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan
başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu, topu
beş tane kaldı şimdi." "Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı.
"Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka
gideceğim. Hissediyorum bunu." Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip
içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte
bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum. Bununla geriye dört
tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum... Ondan
sonra ben de gideceğim." diyerek cevap verdi.
Genç kız uykuya
daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada
yaprak olayını da anlattı yaşlı adama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu.
Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi.
Ama hayret! Hiç
bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle
esen rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu. Sapına yakın
tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı
kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi
metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu. "Bu
sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgârı
duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır, ağır geçen
gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde
sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı. Derken şiddetli yağmur tekrar
başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin
açılmasını istedi. Asma yaprağı hâlâ yerindeydi.
Genç kız, yattığı
yerden uzun, uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi.
"Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek
istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi
biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen
doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir
ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda,
kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.
Ertesi gün Doktor:
"Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi. O gün öğleden sonra
arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı
adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı
onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı
sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye
çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici
feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de
üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola
saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar.
O zaman o son
yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak,
yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir
yaprak resmi yapıp yapıştırmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yaptığınız için teşekkür ederim.