Arabam birkaç defa tekledikten sonra durmuş ve beni bilmediğim bu yerlerde
yüzüstü bırakmıştı. Aniden yağmaya başlayan kar ön camı tamamen örttüğü için
dışarısını ancak yan camlardan görebiliyordum.
İçimden: “Ocak ayında seyahate çıkmak senin neyine gerek?” diyordum.
“Havalar kaç gün iyi gitti diye yaz mı geldi zannettin?” Evet, bir hata
yaptığımı kabul etmeliydim. Üstelik anayoldaki trafik yoğunluğundan kaçamak
için bu bozuk yola girmiş ve sonunda dağ başında kalakalmıştım. Soğuktan
ayaklarımın uyuştuğunu hissediyor ve birbirine vuran dişlerimin takırtısını
duyuyordum.
Mutlaka bir yerlere sığınmam gerektiğini anlamıştım. Hemen arabadan dışarı
çıkarak çevreme göz gezdirdim. Tipi halinde yağan kardan gözlerimi zorla
açabilmeme rağmen, ilerideki ağaçların arasında üç-dört evin bulunduğunu fark
ediyordum. Rahat bir nefes aldım ve arabayı kitleyerek en yakındakine doğru
ilerlemeye başladım. Yavaşça çaldığım kapıyı açan kız çocuğu, yüzüme şaşkın
şaşkın baktıktan sonra: “Baba!” diye bağırdı. Bir amca geldi. Kalınca bir erkek
sesi: “Buyurun, diye cevap verdi. Girsin içeri.” Genişçe bir holdü burası.
İçeridekiler, sobaya oldukça yakın duran bir yataktaki ihtiyar kadının
etrafında toplanmışlardı.
Beklenmeyen bir misafir olduğum için, durumumu açıklamak ihtiyacı
duymuştum. Onlara, buralara ilk defa geldiğimi ve arabamın bozulduğunu
söyleyecektim.
Selam verdikten sonra: “Uzaklardan geliyorum, dedim. Arabam da...” Sözümü
tamamlayamamıştım ki, yataktaki kadın bin bir güçlükle doğrularak; “Sensin,
dedi. Sensin değil mi? Biliyordum geleceğini, çok iyi biliyordum.”
Kadının söylediklerinden hiçbir şey anlamamış ve şaşırıp kalmıştım.
Başucundaki adamlardan biri yanıma sokularak:
- Seni. Almanya'daki oğluna benzetmiş olmalı, dedi. Orada bir Alman kadınla
evlendikten sonra, yıllardır mektup bile yazmadı. Kadıncağız şu son anlarında
bile onu sayıklıyor.
Bulunduğum yerden yatağa doğru ilerlerken, ihtiyar kadın:
- Evet, sensin, diye tekrarlıyordu. Nihayet geldin demek.
Yanına giderek elini öptüm. Yemenisinin içindeki nurlu yüzü, perde indiği
belli olan gözlerinden akan yaşlara ıslanmış ve pırıl pırıl olmuştu.
Titreyen ellerini yüzümde dolaştırırken:
- Evet, dedim, benim. Geldim tabii.
O küçük evde kaldığım gün boyunca, ona Almanya'daki hayali işlerimden,
gelininden ve torunlarından bahsettim. Arada bir dalıp gidiyor ve şuuru yerine
gelince, yine konuşmamı istiyordu. İhtiyar kadını üçüncü günün sabahında vefat
etti. Onu biraz ilerideki köyün kabristanına defnettik.
Mezarlıktan ayrılırken, bin kilometre ötelerden bu dağ başına sevk
ediliş sebebimi artık bilebiliyordum.
Cüneyt Suavi, Hayatın İçinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yaptığınız için teşekkür ederim.